Davranış Batağı ya da Issız Kar Manzaraları

Gezegendeki baskın tür olan insanların sayısı hızla artıyor ve elbette bu da gelecekte gezegen üzerinde farklı değişimler oluşturacak. Bu durumun sonuçları da gezegenden çok, bir tür olarak insanın kendisiyle ilgili olacak. Yer sınırlıyken sayının artmasının ne tür sonuçlar doğurabileceğiyle ilgili olarak fareler üzerinde gerçekleştirilen ‘Universe 25’ deneyi gelecek hakkında epey bir fikir sunabilir. Fare toplumunun sayı arttıkça nasıl çöktüğünü, üstelik fare davranışlarının da nasıl gittikçe değiştiğini ve sonunda bir davranış batağına yol açtığını gösteren ibretlik bir deney (İngilizce kaynak ve Türkçe kısa bir özet). Ama insanlığın durumunun daha kötü olma ihtimali de var, çünkü deneyin aksine yiyecek kaynaklarımız da kısıtlı ve üstüne bir de iklim problemimiz var. Kullandığımız yer altı yakıtları ve gezegenin doğal ısınma süreçlerinin çakışması sonucu gelecekte Dünya’nın büyük bir kısmının kurak olduğu bir dönem bizi bekliyor gibi görünüyor. Bu durum insanlığı yok etse bile gezegen büyük olasılıkla başka canlılarla birlikte yaşamaya devam edecek.

Dolayısıyla, hâlâ ıssız ve kar yağmış yerlere gidebilen şanslı insan nesilleri arasında yer alıyoruz.

Fakat artık kışlar daha az karlı ve yazlar daha kavurucu.

Hâlâ kaçabilecek yerlerimiz var ama bunların sayısı sınırlı ve insan sayısı hızla artıyor.

‘Gemi Batıyor, Seyrediyorlar’ ve üstelik de geminin içerisindeyken…

Kategorisiz içinde yayınlandı | 1 Yorum

Elbakyan, Lisi ve Akademik Bağnazlık

Günümüzde bilgiye ulaşımın son derece kolaylaşmış olması, yenilik yaratma ve akademik üretim süreçlerinin de kökünden değişmesine yol açıyor. Artık, herhangi bir kuruma bağlı olmaksızın internet ağı aracılığıyla yeni fikirler üretip yaymak mümkün. Bu durum, tabii ki eski geleneksel kurumların birdenbire ortadan kaybolmalarına ya da duruma hemen uyum sağlayabilmelerine yol açmıyor. Özellikle de akademik kurumlardaki tutuculuk ve özgürlüğe kapalılık eğilimleri düşünüldüğünde bunun pek kolay olması da beklenemez doğrusu. Bunun nedenlerinden birisi, üniversitelerin yapısının temel olarak ortaçağ Avrupasındaki Roma Katolik kiliselerinin yapılarından kopya edilmeleriyle ortaya çıkmış olması. Anti-eşitlikçi yapı (örneğin kadroya alıncak kişilerin danışıklı dövüşle önceden belirleniyor olması), seçimle gelmeyen tek kişinin (rektör) egemenliği, akademisyenlerin birbirlerine verdikleri statü belirleyen ünvanlar ve önemli tören ve toplantılarda giyilen sembolik kıyafetlerin tümü bu eski kilise hiyerarşilerinin birer kopyası. Tabii, böyle olunca da bu kurumların yeniliklere pek kolay uyum sağlayabilmelerini beklemek de pek mantıklı gelmiyor kulağa. Özellikle de Türkiye’de bu yapıların izdüşümü, bilimsel yenilik üretiminden çok ünvan saplantılı bir güruhun oluşmasından öteye gidemiyor.

Akademik üretim süreçlerinin sonuçlarının yayınlandığı bilimsel dergiler de bu tutuculuğu yansıtan önemli örneklerden birisi. Günümüzde aktif dergi basımı yerine çoğunlukla internet üzerinden yayına geçilmiş olsa da dergilerin büyük çoğunluğu halen genel erişime kapalı paralı yayınlar olarak var olmayı sürdürüyorlar (artık basım masrafları olmamasına karşın). Üstelik bu paralı erişim sadece güncel yayınları değil günümüzden 40-50 hatta daha fazla yıl önceki yayınları da kapsıyor. Bu duruma karşı savaş açanların başında ise 2011 yılında sci-hub sitesini kurarak tüm akademik dergilerdeki bilgileri korsan yollarla açık erişime açan Aleksandra Elbakyan geliyor. Tabii bu ifadedeki korsan ibaresinin kimler tarfından kullanıldığını da tahmin etmek zor değil. Dergilerin yayınlanan makalelerin telif haklarını almış olmalarından dolayı, yayınların açık erişime açılmasının korsanlık olduğunu iddia edenlere Elbakyan’ın cevabı ise şu şekilde: Peki gerçek üretimi yapanların isteklerinden bağımsız olarak dergilerin başkalarının emekleri üzerinden para kazanıyor olmaları nedir? Ya da makalelerin yazarları bu bilgilerin kendilerinden bağımsız olarak parayla satılıyor olmasından memnun mu? Sonuç olarak, bu hareket zamanla açık erişimli dergilerin sayısının yavaş yavaş artmasına neden olmaya devam ediyor. Ancak yayın tekelleri, Elbakyan’a karşı telif davaları açmış durumdalar ve muhtemelen de bu davaları kazanacaklar (çünkü herkesin bildiği gibi ‘money talks, bullshit walks’). Bu nedenle de Alexandra Elbakyan bulunduğu yeri gizleyerek yaşamına devam ediyor.

Akademik bağnazlığın diğer bir örneği ise 2007 yılında teorik fizik camiasında yaşanan Garrett Lisi olayıydı. Garret Lisi, doktora yapmış bir teorik fizikçi olmasına karşın araştırmalarını herhangi bir akademik kuruma bağlı olmaksızın bağımsız olarak sürdürüyor. E8 Lie cebirine dayalı bir birleşik alan kuramı öne sürdüğü ‘An Exceptionally Simple Theory of Everything’ isimli makalesini 2007’de arXiv’de yayınlayınca ortalık epey karışmıştı. Geleneksel tutucular, bir ‘surfer guy’ın nasıl olur da kendi alanlarıyla ilgili bir kuram öne sürebileceğini geveleyen yorumlarda bulunmuşlardı. Fakat sonradan bunun makul sayılabilecek bir çalışma olduğu (teorik fizik camiasının özellikle de sicim teorisi ve kozmoloji bağlamında içinde bulunduğu tıkanma gözönüne alındığında) ortaya çıkınca, yeni akademik çalışma yöntemlerinin de var olabileceğini hatırlamak zorunda kaldılar. Tabii, bu herkesin bunu kabul ettiği anlamına gelmiyor, bağnazlık bir seferde kolayca yenilebilen bir şey değildir. ‘Surfer guy’ isimlendirmesinin nedeni ise, Lisi’nin Hawaii’de yaşıyor olması ve zamanını bağımsız araştırmaların yanı sıra sörf ve diğer doğa sporları yaparak geçiriyor olması. Bu alışılmadık karakter, akademik camiayı epey ürkütmüştü zamanında. Lisi’nin adada kurduğu ‘Pacific Science Institute’ ise dışarıdan gelen gönüllü bilim insanlarını ağırlıyor ve kapısı merak eden herkese açık.

Bilginin önündeki duvarlar henüz tamamen kalkmamış olsa da gidişat eninde sonunda kalkmak zorunda kalacağını gösteriyor. Makaleler hala paralı dergi duvarının arkasında olsa da arXiv’e koyarak açık erişim sağlamak yine de mümkün. Ben de bu dönem ODTÜ Fizik Bölümündeki bir teorik fizik grubuna açık olarak (yani herhangi bir kuruma bağlı olmaksızın ve maddi çıkar gözetmeksizin) verdiğim ‘Spin Geometri ve Süpergravite’ dersinin notlarını aşağıdaki linkten internet denizine bırakıyorum. ‘Spinormania’ya kapılmış birileri bulup faydalanır belki diye.

These are the lecture notes of the course ‘Spin Geometry and Supergravity’ which include the topics

1 – Clifford Algebras and Spinors
2 – Twistor and Killing Spinors
3 – Holonomy Classification
4 – Spinor Bilinears
5 – Symmetry Operators
6 – Extended Superalgebras
7 – Harmonic Spinors from Twistors
8 – Supergravity Killing Spinors
9 – Spin Raising and Lowering Operators
10 – Topological Insulators

Spin Geometry and Supergravity

Kategorisiz içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Çakıl Plajların Gizli Renkleri

Dünya üzerindeki büyük su kütlelerinin karayla buluştuğu düz yerler, deniz diplerinin açığa çıkmasıyla oluşan plajlara ev sahipliği yapar. Minik taş parçacıklarının oluşturduğu kumdan sahiller, çeşitli renklerde olabilir; sarı, gri, beyaz ve hatta siyah. İnsanın dokunma ve görme hislerine hitap etmelerinden dolayı kumlu plajlar oldukça rağbet görürler. Bunların yanı sıra bir de daha iri taş parçalarının yer aldığı çakıl sahilleri bulunur. Bu çakıl sahillerinde çok çeşitli büyüklükte ve renklerde taşlara rastlamanız mümkündür. Uzaktan tekdüze gibi görünseler bile yakından incelemeye başladığınızda çok renkli bir dünyayla karşılaşabilirsiniz. Özellikle jeolojiye biraz meraklıysanız, buradaki çok farklı taşları incelerken saatlerin nasıl geçtiğini anlamayabilirsiniz.

Farklı minerallerin bir araya gelip sıkışmasıyla meydana gelen taşlar, genel olarak üç farklı çeşitte bulunurlar; volkanik, tortul ve başkalaşmış. Volkanik kayalar, magmanın sertleşmesiyle oluşurlar ve bu sertleşme yerin çok derinlerinde de gerçekleşebilir. Örneğin granit bu şekilde oluşur. Tortul kayalar ise kaya kırıntıları ile bitki ve hayvan kalıntılarının bir arada sıkışmasıyla meydana gelirler. Mesela, kumtaşı, çamurtaşı ve kireçtaşı bu tip kayalara örnektir. Kireçtaşı, kabuklu deniz canlılarının kalsiyumca zengin kabuklarından oluşur. Başkalaşmış kayalar ise volkanik ve tortul kayaların basınç, sıcaklık ve su gibi etkenlerle değişime uğramasıyla oluşurlar. Yeşim, kuartz gibi değerli taşlar bu tipe örnektir. Taşların farklı tipler arasında dönüşüme uğramaları, kaya döngüsü olarak adlandırılır.

Çakıl plajlar bu taşların hepsini içerebilseler de genellikle bir tipin egemenliğinde olurlar. Yüksek enlemlerde ve eski dönemlerde buzulların altında bulunan bölgelerde çakıl plajlara rastlamak daha olasıdır. Tabii bu durum hem kuzey hem de güney yarıküre için geçerli. Örneğin İngiltere, Yeni Zelanda, Filipinler ve Japonya bolca çakıl plajların bulunduğu yerler arasındadır. Fakat çakıl plajların bulunabileceği yerler bunlarla sınırlı değil elbette. Türkiye kıyılarında da bu tür yerlere rastlayabilirsiniz. Genellikle kumlu plajlar tercih edildiği için de buralar kalabalıktan uzak rahat keşif yapabileceğiniz yerler olacaktır.

Ben de her yıl taşlı plajıma gidip beğendiğim farklı renklerde ve biçimlerdeki taşları alıp kendime saklıyorum. Bu yıl bulduklarım aşağıdakiler;

Bir de bu taşların daha güzel görünmelerini sağlayan tumblerlar var. Taşları bunun içine atıp daha yumuşak hatlara sahip olmalarını ve cilalanmalarını sağlıyorsunuz. Bu hale geldikten sonra da sıradan taşlar süs eşyası değeri kazanmış oluyorlar. Orijinal halleriyle de güzel görünüyorlar bence.

Kategorisiz içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Bireysel Farkındalık mı Toplumsal İlerleme mi?

İçinde yaşarken bunu fark edemiyor olsak da insan türü bireysel zekâ yeteneğini zaman geçtikçe kaybediyor olabilir. Avcı-toplayıcı toplumlarda kişilerin bireysel farkındalıklarının yüksek olması, onlar için önemli bir avantaj oluşturabiliyordu. Bireyin doğada gerçekleşen olayları doğru okuyup yorumlayabilmesi ve bunlara dayanarak gelecek planları yapabilmesi hayati bir öneme sahipti. Bu da tek tek bireylerin yüksek bir zekâ ve farkındalık özelliklerine sahip olmasını zorunlu kılıyordu. Fakat, tarım devrimi ve çok sonraları gelen endüstri devriminin ardından insan toplumlarındaki bireylerin özellikleri değişmeye başladı. Bu tür modern toplumlar geniş kapsamlı organizasyonlar çerçevesinde örgütlendiklerinden, bireylerin kişisel zekâlarından çok toplumsal organizasyonlara uyum sağlayabilme yenetekleri ön plana çıkmaya başladı. Bu da bireyin tek bir alanda aşırı uzmanlaşmasının ve genel bilgi birikimi düzeyinin azalmasının yolunu açtı. Öyle ki, daha az farkındalık ve zekâ ile daha çok toplumsal uyum yeteneği toplumsal olarak seçilim avantajına sahip özellikler olarak ortaya çıktı.

Bir avcı-toplayıcı, etrafındaki bitkilerin ve hayvanların tüm özelliklerini bilmeli ve yıldızlara bakarak yön ve mevsim tahmininde bulunabilmeliydi. Ormandaki mantarların zehirli mi yoksa yenilebilir mi olduklarını renginden ve kokusundan hissedebilmeliydi. Ayrıca, diğer insan topluluklarının yerleri ve hareketleri konusunda da bilgi sahibi olup tahminlerde bulunabilmeliydi. Dolayısıyla bireysel bilgi birikimi çok fazla olmalı ve bunu kullanıp yorumlayabilecek nitelikli bir zekâya da sahip olmalıydı. Günümüzdeki bir bireyin ise bütün bu bilgi birikimine ihtiyacı yok, çünkü kolektif bilgi havuzundan istediği bilgiyi öğrenebilme fırsatına sahip. Fakat bu durum beynin daha hantal çalışmasına yol açıyor ve yüksek zekâ kapasitesine ihtiyacı olmayan bireylerin de seçilim avantajına sahip olması sonucunu ortaya çıkarıyor. Toplumsal organizasyon içerisinde işe yarayacak çok kısıtlı bir bilgi birikimine sahip bir insan, telefon, bilgisayar ve televizyon başında zekâya çok da ihtiyaç duymadan tüm yaşamını sürdürebiliyor.

Tarım ve endüstri devrimi, kolektif zekâ ve bilgi birikimini katlayıp uç noktalara taşırken, bireysel zekâ ve bilgi birikiminin gerilemesine yol açtı. Bu da insanın bir tür olarak ilerlemesini sağlarken tek tek bireylerin eskiye nazaran daha etkisiz parçalar haline gelmelerine neden oldu. Peki, bu durum insan türünün, karıncaların ve arıların yöntemlerini uygulamaya başlıyor olabileceğinin bir işareti olabilir mi? Bu sorunun cevabı bireylerin aşırı uzmanlaşmalarının ne kadar devam edeceğiyle bağlantılı. Günümüzde tek bir bireyin insanlığın şimdiye kadar elde ettiği tüm bilgi birikimine sahip olabilmesi mümkün değil. Yeni bilgilerin de sürekli artan bir hızla depolanmaya devam edildiği düşünüldüğünde de uzak bir gelecekte tek tek bireylerin, sistemin bütünü hakkında tam bir fikir sahibi olmadığı ve sadece lokal bir alandaki bilgilerle yetinip sistemdeki çarklar görevini gördüğü bir duruma evrilmeleri mümkün görünüyor.

Ancak bu durumun gerçekleşebilmesi, toplam bilgi birikiminin ve toplumsal sistemlerin devamlılıklarına bağlı. Yani, insanlığın tüm bilgi birikimi kaybolduğunda ya da tüm insanlığı içerisine alan organizasyonlar çöktüğünde geri dönüş mümkün olmayabilir. İnsanlar, bireysel zekâlarından vazgeçip insan türünün ilerlemesine yol açarlarken, insan türünün oluşturduğu toplumsal sistemin çok daha kırılgan olması sonucunu da doğuruyorlar. Kraliçe öldüğünde yeni bir kraliçe çıkaran karıncaların ve arıların aksine, toplumsal organizasyon çöktüğünde, avcı-toplayıcıların bireysel yeteneklerine sahip olmayan insanların yeni bir organizasyon kurana kadar hayatta kalabilmeleri mümkün olamayabilir.

Kategorisiz içinde yayınlandı | 1 Yorum

Kuzey Karadeniz’de Bir Sakin Liman – Odesa

Baharın yaza dönüşmeye çalıştığı günler devam ederken Karadeniz’in kuzey kıyısına geçip, bir zamanlar bu denizin kıyısındaki en büyük liman kenti olan Odesa’ya gittim. Önceleri ‘Hacıbey’ isimli küçük bir Tatar yerleşimi iken, Çariçe Katerina yönetimindeki Rusya’nın güneye yayılmasıyla 1794 yılında yeni baştan kurulan ve ismini eski Yunan efsanelerinin kahramanı Odysseus’tan alan bir kent Odesa. Şimdilerde bir Ukrayna limanı olsa da nüfüsun büyük kısmı hâlâ Rusça konuşuyor, hatta etnik olarak Ukraynalı olanlar için de durum böyle. Geçmişte Yahudilerin de epey çokça bulunduğu bir şehir olsa da ikinci dünya savaşı sonrasında sayıları yok denecek kadar azalmış. 1793’deki Polonya’nın üçüncü parçalanışının ardından yeniden diriltilmesi için yer altı hareketlerinin organize edildiği yerlerin başında gelen de bir şehirdi Odesa. Ukrayna’nın 2014 yılından beri yaşadığı iç sıkıntılar burayı da etkilemiş ve 2014 yılında Rusya ve Ukrayna yanlısı gruplar arasında küçük sürtüşmeler meydana gelmişti. Bu olaylar sırasında, şehrin ortasında geniş bir meydana sahip olan Ticaret Birliği binasında yangın çıkmış ve ölümler de yaşanmıştı.

Buraya geliş sebebim bir matematik toplantısıydı. Oldukça mütevazı şartlarda yapılan bir toplantı olsa da eski Rus ekolünün izlerini taşıyan matematikçileri dinlemek ilginç bir deneyim oldu. Toplantının yapıldığı bina gibi şehrin birçok eski binası güzel bir mimariye sahip olsalar da son derece bakımsızlar. Şehirdeki ulaşım genel olarak tramvaylar ve dolmuşlarla sağlanıyor. Epey eski bir geçmişi olduğu belli olan tramvay sisteminde şöförler ve bilet kesiciler genellikle kadınlardan oluşuyor. Odesa’nın meşhur plajları güneybatıdaki ‘Arkadya’ bölgesinde bulunuyorlar ve sıra sıra Karadeniz kıyısında uzanıyorlar. Mayıs sonu ve Haziran başı olmasına rağmen plajlar tıklım tıklım dolu ve insanlar denize giriyorlar, hava da buna uygun derecede sıcak. Karadeniz için oldukça alışılmadık bir durum, üstelik de kuzey kıyısında olduğumuzu düşünürsek. Güzel genç kızları ve nazik araç sürücüleriyle kendine has bir havası var Odesa’nın.

Şehrin esas merkezi ise kuzey kısmında yer alıyor. Sobolnaya meydanındaki büyük kilise ve bahçesi ile devamındaki ‘City Gardens’ şehrin yeşil bölgeleri. Arayollara dalıp Nikolay Gogol’ün yaşadığı evin yanından geçerek, uzun bir yürüyüş yolu ve park olan Primorsky bulvarına varıyorsunuz. Bu bulvarda, kentin eski yöneticilerinden biri olan Fransız Dük de Richelieu ve yazar Alexander Puşkin’in heykelleri var. Ve şehrin en meşhur bölümü ‘Potemkin Merdivenleri’ne de buradan iniliyor. Limana doğru inen geniş ve çok sayıdaki merdivenden oluşan Potemkin merdivenleri, Sergei Eisenstein’ın ‘Potemkin Zırhlısı’ filmi ile çok sayıda kişi tarafından bilinir olmuştu. Bu arada Potemkin’in de Çariçe Katerina’nın yasak aşkı olan bir Rus subayı olduğunu da söylemeden geçmeyelim. Merdivenlerden inip limana vardığınızda sizi gezi tekneleri karşılıyor. Ayrıca Odesa ve İstanbul’un kardeş şehirler oluşunun 20. yılının kutlandığı ve epey kalabalık bir biçimde insanların akın ettiği yeni bir İstanbul parkı da yapılmış merdivenlerin yan kısmına.

Odesa’nın diğer bir alamet-i farikası ise yine şehir merkezinde yer alan meşhur opera binası. İtalyan tarzı bir mimariye sahip olan Odesa operası dünyanın en iyileri arasında sayılıyor. Bunun yanı sıra, eski kuzey Karadeniz kültürlerine ait kalıntıların sergilendiği Odesa Arkeoloji müzesi de bu bölgede yer alıyor. İskitler, Sarmatlar, Yunan kolonileri, Vikingler, Kievan Rus dönemi ve diğer dönemlere ilişkin ilginç kalıntıları görmek mümkün müzede. Ayrıca şehrin orta bölgesinde yer alan tren istasyonu ve hemen yanında yer alan ‘privoz pazarı’ da şehrin bilindik yerleri arasında.

Bir zamanların küçük Tatar köyü, sonranın serbest Rus limanı ve ardından Sovyetlerin dışa açılan kapısı olan Odesa, şimdilerde kendi halinde sakin bir Ukrayna liman kenti. Eskinin çok kültürlü yapısı artık pek kalmamış olsa da kendine has güzellikleriyle karşılamaya devam ediyor ziyaretçilerini.

Kategorisiz içinde yayınlandı | 1 Yorum

Sicim Teorisi ya da Fiziksel Gerçeklik mi Matematiksel Güzellik mi?

Doğanın temel yasalarını tek bir çerçevede birleştirmeyi amaçlayan teoriler üretme çabaları, modern anlamda yaklaşık yüz yılı aşkın bir süredir devam ediyor. Ancak, bu yönde farklı yaklaşımlar üretilmiş olmasına karşın, henüz esas amaca ulaşılamadığı gibi varolan teorilerin amaca uygunluğuna ilişkin şüpheler de gittikçe artıyor. Teorik fiziğin ‘herşeyin teorisi’ arayışındaki en popüler adaylar olan sicim teorilerine ilişkin eleştiriler son zamanlarda epey hissedilir hale gelmeye başladı. Sicim teorileri temel olarak maddesel parçacıkların noktasal değil bir boyutlu sicimler şeklinde olduğu ve farklı parçacık türlerinin de bu sicimlerin farklı titreşim modlarına karşılık geldiği varsayımından yola çıkıyor. Fakat bu teorilerin en önemli özelliği gözlemlediğimiz dört boyutta değil on uzay-zaman boyutunda tutarlı olarak tanımlanabiliyor olmaları. Geriye kalan altı boyut çok küçük ölçeklerde var olduğundan varlıklarını gözlemsel olarak doğrulayamıyoruz.

Seksenli ve doksanlı yıllarda yaşanan iki süpersicim devrimi sonucunda, süpersimetrinin dahil edilmesi ve beş farklı sicim teorisinin on bir boyutlu M-teorisi çerçevesinde birleştirilebilmesini sağlayan dualitelerin varlığının ortaya atılmasıyla, oldukça umut vaat edici gelişmeler yaşanmıştı. M-teorisinde, bir boyutlu sicimlerin yanı sıra daha yüksek boyutlu zarlar da temel parçacıklara karşılık gelebiliyor. Bunların yanı sıra holografi ve farklı teoriler arasındaki karşılıklılık (AdS/CFT) ilişkileri de oldukça ilginç gelişmelere yol açmaya devam ediyor. Ancak, sicim teorisinin bazı temel matematiksel varsayımlarının uzun yıllar sonucunda henüz ispatlanamamış olması, gözlemsel öngörülerde bulunabilme yönünden yetersiz olması ve tutarlı sicim teorisi arkaplanlarının büyük olasılıkla sonsuz sayıda olduğunun ortaya çıkması, fiziksel gerçekliğin doğru bir betimlemesi olabileceklerine ilişkin varsayımlara şüpheyle yaklaşılmasına yol açıyor.

Bütün bunlara rağmen, sicim teorileri teorik fizikçiler arasında ‘herşeyin teorisi’ adayı olarak en çok çalışılan alan olmayı sürdürüyor. Bunun ise fiziksel gerçeklikten çok matematiksel öngörülerle ilişkisi var. Sicim teorisindeki dualiteler kullanılarak matematikte daha önce çözülememiş problemlere çözümler önerilebilmesi, cebirsel eğrilerin sayımında çok daha etkin yöntemlerin ortaya konulabilmesi, farklı kompleks uzaylar arasında daha önce bilinmeyen ilişkilerin varlığının gösterilebilmesi mümkün olabiliyor. Bu da teorik fizikçiler ve matematikçiler arasında bu kadar matematiksel estetik ve güzelliğe sahip bir alanın gerçek doğayı betimlemesi gerektiği yönünde düşünceler oluşmasına neden oluyor.

Fakat gerçek şu ki, sicim teorilerinin herhangi bir şekilde deneysel doğrulamaları elde edilemediği gibi bunun tam aksi yönünde ipuçları son zamanlarda ortaya çıkmaya başladı. Büyük Hadron Çarpıştırıcısı (LHC)’nda yüksek enerjilerde yapılan son gözlemler süpersimetri parçacıklarının izlerine rastlayamadı ve öyle görünüyor ki sicim teorisinin temel dayanaklarından birisi olan ve iki farklı tip parçacık türü olan bozonlar ve fermiyonlar arasındaki doğal bir simetrinin varlığını öngören süpersimetri, doğada var olan bir simetriye karşılık gelmiyor. Elbette, sicim teorisinin savunucuları süpersimetrinin daha yüksek enerjilerde var olabileceği, temel matematiksel varsayımların bir şekilde ispatlanacağı ve sonsuz sayıdaki arka planların sonsuz sayıda paralel evrenlere (multiverse) karşılık gelebileceği yönünde iyimser yaklaşımlar da sergiliyebiliyorlar. Ancak, bu düşüncelerin gerçeklikten çok teoriyi kurtarmaya yönelik çabalar olabileceği gittikçe daha fazla dillendirilmeye başlıyor.

Peter Woit’ın ‘Not Even Wrong’u ile başlayan, Lee Smolin’in ‘The Trouble with Physics’i ile devam eden sicim teorisine ilişkin şüpheler Roger Penrose’un geçen yıl basılan ‘Fashion, Faith and Fantasy’si ile sürüyor. Öyle görünüyor ki, gelecek yıllarda sicim teorisi yoluna fiziksel gerçekliği betimleyen bir teori olmaktan ziyade matematiğin bir alt dalına dönüşmüş bir alan olarak devam edecek. Doğanın temelindeki yasaları bulmaya yönelik çabaların gideceği yön ise epey muammalı görünüyor.

Kategorisiz içinde yayınlandı | 1 Yorum

Bilincin Katmanları ve Sanatın Kökeni

Sanatın ve soyut düşüncenin kökeninin, çoğunlukla insanın doğaya ve çevresine verdiği tepkilerle ilişkili olduğu düşünülse de esasında bunun daha içsel nedenleri olabilir. Gündelik yaşamlarımızda deneyimlediğimiz mantıksal bilinç düzeyinin yanı sıra, insan bilinci daha farklı katmanlara da sahiptir ve bu katmanlar insan toplumlarının sosyal etkileşimlerinde dünyayı değiştiren kilit roller oynamıştır. Uyanık bilinç ve bilinçsizlik durumları ile bunların arasında bir yerde yer alan rüya deneyimleri genel olarak tanımlanabilen bilinç durumları olmasına karşın, bilincin daha farklı uyarılmış durumları nadir durumlarda deneyimlenebilen katmanlar olarak ortaya çıkar. Bu katmanlar, entoptik (gözsel), algısal ve halüsinatif bilinç katmanlarıdır ve çeşitli çevresel ve kimyasal uyaranlarla ortaya çıkabilirler.

Bilincin muğlaklaşmaya başladığı entoptik katmanda kişi, gözdeki ışık konilerinin geometrik şekillerinin beyine dıştan gelen bir algıymış gibi iletilmesinden kaynaklanan ışık parlamaları, geometrik ve zikzak şekiller görmeye başlar. Algısal katmanda ise bu geometrik şekillere zor nefes alma ya da uçma deneyimine benzer algılar eşlik etmeye başlar. Bu durum genellikle bir mağaranın ucunda ışık görme ya da bir girdabın içerisine girme olarak deneyimlenir. Halüsinatif katmanda ise bilinç, rüyalara benzer şekilde, gündelik deneyimlerden kaynaklanan nesnelerle geometrik şekillerin birbirine karıştığı farklı algılar üretmeye başlar.

İşin ilginç tarafı, eski tarihlerde ve günümüzde yaşayan tüm avcı-toplayıcı toplumlarda var olan şaman ritüelleri tam olarak bu bilinç katmanlarının sonuçlarından kaynaklanmaktadır. Bitkisel ya da çevresel uyaranlarla bilinç ötesi duruma geçen şaman, algısal katmandaki deneyimine bağlı olarak yer altına indiğini ya da gökyüzünde uçtuğunu hissedebilir ve halüsinatif evredeki deneyimleriyle de buralardaki diğer varlıklarla iletişim kurduğu hissini yaşar. Dahası bu deneyimler çoğunlukla kayalara ve mağaralara çizilerek kalıcı hale getirilmeye çalışılır. Güney Afrika ve Kuzey Amerika’nın yerli toplumlarında var olan kaya resimlerindeki geometrik ve zikzak biçimli şekiller ile yarı hayvan yarı insan biçimli bedenler bunlara örnektir.

Yaklaşık 14,000 yıl önce son buzul çağının sonlarındaki Üst Paleolitik dönemde, şimdiki Güney Fransa ve Kuzey İspanya’da yaşayan insan toplumlarının mağara resimleri de büyük olasılıkla bu tür deneyimlerin sonucuydular. Özellikle Lascaux, Chauvet ve Altamira mağaralarının derinliklerinde yer alan hayvan resimleri sanatın ilk örnekleri olarak kabul edilmektedirler. Bu mağaraların katmanlı yapılarının yer altı dünyasına bir giriş gibi algılandığı, toplumsal ritüeller açısından büyük önem taşıdığı ve insan toplumlarının çevrelerini şekillendirmede büyük etkiye sahip olduğu sanılmaktadır. Sanatın insan toplumlarındaki evrenselliği ve sanatın kökeninin farklı bilinç katmanlarındaki algılardan kaynaklandığı, aynı dönemlerde farklı yerlerde yaşayan insanların da benzer mağara resimleri çizdiğinin keşfedilmesiyle doğrulanmıştır.

Kategorisiz içinde yayınlandı | 1 Yorum

Orta Atlantik Sırtı, Kayıp Şehir ve Yaşamın Başlangıcı

Dünya’nın en dış kabuğu, daha aşağılardaki lav denizi üzerinde hareket eden ve birbirlerine yapışık halde bulunan kırık tabakalardan meydana gelmiştir. Bu yedi büyük tektonik tabaka ve daha küçükleri birbirlerini iterek kıtaların kayma hareketlerine neden olmaktadırlar. Bazı bölümlerde bu tabakalar birbirlerinin altına girerken, diğer kısımlarda ise birbirlerinden uzaklaşırlar. Kuzey Amerika ve Avrasya tabakaları da Atlantik Okyanusunun tam ortasından geçen bir dağ zinciriyle ayrılırlar. Orta Atlantik Sırtı adı verilen bu dağ zinciri kuzey kutbundan başlayıp İzlanda’nın tam ortasından geçerek güney kutbuna kadar uzanır. Alt kısımdaki magmanın yüzeye çıktığı ve tabakaları birbirinden uzaklaştırdığı bu dağ zinciri aynı zamanda yaşamın kökenine ilişkin çok ilginç ipuçlarına da ev sahipliği yapmaktadır.

Tabakaların birbirlerinden ayrıldığı bölgelerde derin deniz sıcak su termal bacaları bulunur. Bu hidrotermal bacalardan aşırı sıcak ve siyah dumanlar yükselir. Dahası, hiç güneş ışığı almamasına rağmen bu bacaların etrafı yaşamla doludur. Bacaların etrafında yaşayan organizmalar, metabolizmalarını devam ettirmek için gerekli olan enerjiyi Güneş’ten gelen ışık aracılığıyla değil, bacalardan çıkan karbondioksit, hidrojen sülfür ve bazı metaller aracılığıyla karşılarlar. Fakat, bu sıcak su bacalarından ayrı, bir de alkalin hidrotermal menfezler bulunur bu bölgelerde. Bunların renkleri beyaz ve yeşil arasıdır ve menfezlerden sıcak dumanlar yükselmediği gibi sıcaklık ve asitlik değerleri de siyah bacalardan farklıdır. Etraflarındaki suya daha çok metan ve hidrojen yayarlar. Ancak bu menfezlerin etraflarında da çeşitli küçük organizmalar yer alsa da siyah bacalardakine benzer büyük organizmalar mevcut değildir.

Orta Atlantik Sırtında yer alan ‘Kayıp Şehir’ de alkalin hidrotermal menfezlerin bilinen en iyi örneğidir. Büyük boyutlu yaşam içermese de fotosentez öncesi yaşamın ipuçlarını veren küçük boyutlu yaşamın ilginç örneklerinin varlığı ‘Kayıp Şehir’i yaşamın kökeni ile ilgili araştırmalarda çok farklı bir yere oturtmaktadır. ‘Kayıp Şehir’in bir benzeri olan başka bir alkalin menfez de İzlanda’nın kuzey kıyılarında bulunmuştur. Bu menfezlerdeki kimyasal bileşim ve içlerinde akan sıvı odalarını birbirinden ayıran bölgelerin varlığı, tek hücreli canlıların enerji üretim mekanizmalarıyla ilginç benzerlikler taşımaktadır.

Dünya üzerindeki çekirdeksiz tek hücreli canlılar, birbirlerinden çok farklı hücresel işleyiş mekanizmalarına sahip iki farklı grup oluştururlar; arkeler ve bakteriler. Daha büyük organizmaların yapı taşları olan çekirdekli hücreler (ökaryotlar) ise bu iki grubun ortakyaşam stratejisi sonucunda ortaya çıkmışlardır. Bir arke organizma bir bakteriyi içine alarak ökaryotlara ulaşacak zinciri başlatmıştır (ökaryotlardaki mitokondrilerin ataları bakterilerdir). Fakat hem arkelerin hem de bakterilerin birbirlerinden çok farklı olan hücre zarı ve enerji üretim mekanizmalarının, Dünya’nın eski zamanlarındaki alkalin hidrotermal menfezlerden kaynaklandığı düşünülmektedir. Çekirdeksiz tek hücrelilerin mekanizmalarında ihtiyaç duyulan kimyasallar ve süreçler bu menfezlerde mevcuttur. Arkelerin ve bakterilerin farklı işleyiş biçimlerinin, ilk hücremsi yapıların menfezlerden ayrılmaları sırasında bütünlüklerini koruyabilmek adına buldukları iki farklı yönteme karşılık geldiği düşünülmektedir. Bu da kimyasal süreçlerle yaşam arasındaki geçiş sürekliliğini ortaya seren çok önemli bir ipucuna işaret ediyor olabilir. Yani yaşam, kıyılarda ya da okyanus yüzeyinde değil çok daha derinlerde başlamış olabilir.

Kategorisiz içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Pollock’ın Damlaları, Fraktallar ve Rastgelelik

Sürrealizm ve soyut ekspresyonizmin bir çeşidi olan ‘drip painting’ her ne kadar anlık ve gerçeküstü eserler ortaya çıkarsa da gerçeklikle bazı yönlerden bağlantılı olduğu da iddia edilebilir. Tuval üzerine boya damlatma ile yapılan ve farklı renklerin karmaşasının göze hoş geldiği bir karışım oluşturan ‘drip painting’ yönteminin en önemli uygulayıcılarından birisi Jackson Pollock idi. 20. yüzyılın sıra dışı ve huzursuz sanatçılarından olan Pollock, rastgeleliğin göze hoş gelen etkilerine güzel örnekler veren tablolar üretmişti. İçindeki huzursuzluğu, zemine serili dev tuvallere boya damlatarak gidermeye çalışmış, ortaya çıkan eserlerdeki tarzda da küçüklüğündeki Amerikan yerli kültürü ile olan ilişkilerinin etkisi olabileceğini belirtmişti.

jackson-pollock1

Bu yöntemin gerçeklikle olan bağlantısı ise ortaya çıkan eserlerin doğadaki fraktal yapılarla olan benzerliklerine dayanıyor. Dolayısıyla bu akımın fraktal ekspresyonizm olarak adlandırıldığı da oluyor. Fraktallar, her ölçekte aynı deseni tekrar eden ve doğada da örneklerine rastlanan matematiksel yapılar. Matematiksel olarak iteratif fonksiyonlarla ifade edilseler de nehir ağları, fay hatları, kraterler, şimşek hatları, sahil çizgileri, kar taneleri, kristaller ve doğadaki daha birçok benzeri yapı kendini farklı ölçeklerde tekrar eden fraktal özelliklere sahipler. Bu da doğanın temelindeki istatistiksel yasaların fraktal yapılar çıkarma eğilimini ortaya koyuyor.

fractal

Matematiksel fraktalların en ünlüleri arasında Menger süngeri, Julia kümesi, yanan gemi fraktalı ve Mandelbrot kümesi sayılabilir. Özellikle, fraktallara ismini veren Benoit Mandelbrot’nun ismini taşıyan Mandelbrot kümesi, tüm ölçeklerde tekrar eden belirgin bir şekle sahip olmasıyla oldukça ilginç bir yapı. Farklı iteratif kompleks fonksiyonlar kullanarak, göze hoş gelen fraktallar üretmek de sanatın başka bir biçimi olarak ele alınabilir.

mandelbrot-set

Pollock’ın eserleri ile fraktallar arasındaki benzerlik de ‘drip painting’ yönteminin ortaya çıkardığı rastgeleliğin, farklı ölçeklerde benzer görüntülere sahip olabilme özelliğinden kaynaklanıyor. Dolayısıyla resme ne kadar yaklaşırsanız yaklaşın yine benzer bir desen görüyorsunuz. Dahası bu yöntemle oluşturulan resimlerin göze hoş gelme nedeninin de doğal yapılarla olan ilişkilerden kaynaklandığı düşünülüyor. Yani, doğanın içsel uyumuyla tuvaller arasında bilinçaltında bir benzerlik kurup güzellik hissinin ortaya çıkması sağlanmış oluyor.

jackson-pollock2

‘Drip painting’ yöntemiyle kendiniz de bir şeyler ortaya çıkarmak isterseniz aşağıdaki linki ziyaret etmenizi tavsiye ederim;
www.jacksonpollock.org

Kategorisiz içinde yayınlandı | 1 Yorum

Dr. Strangelove ya da Endişelenmeyi Bırakıp Bombayı Sevmeyi Nasıl Öğrendim

İnsan zekâsının aynı düzeyde kalmasına (ve bazı durumlarda geri gitmesine) rağmen, elinde bulunan teknolojik kontrol olanaklarının gelişmesinin ne tür toplumsal etkilere yol açabileceği sorusunun cevapları şaşırtıcı olabilir. Bu konuyla ilgili en ilginç incelemelerden birisi, altmışlı yılların ortalarında Stanley Kubrick’den gelmişti; Dr. Strangelove or How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb.

mandrake

Kubrick’in birçok diğer filminde karşılaşılan ince mizahın bu kez kara mizaha dönüştüğü ve gerçek bir nükleer savaş krizinin nasıl kontrolsüz bir şekilde ortaya çıkabileceğini gösteren bir politik hiciv örneği. Üstelik filmde anlatılanların o yıllarda birebir gerçekleşebilme olasılığının var olduğu sonradan doğrulanmıştı. Öyle ki nükleer silahları çalıştırma yetkisinin tek bir kişide olduğu ve başlatma şifresinin de ‘00000000’ olduğu yıllar gerçekten de vardı. Bütün bunların bugün de yaşanmayacağına dair bir garantimiz de yok elbette.

war-room

Film, akıl sağlığı bozulmuş olduğu sonradan anlaşılan bir generalin nükleer savaş emri vermesiyle başlıyor ve olaylar bunu engellemenin olanaksız olduğu bir noktaya doğru hızla ilerliyor. Bir yanda durumu engellemeye çalışanlar, bir yanda sorgusuz sualsiz ve hevesle durumdan keyif alanlar ve elbette insanların zekâyı aptallığa çevirebilme konusundaki başarılarıyla durum bir kısır döngüye doğru yuvarlanıyor.

strangelove

Bir noktada da ortaya Dr. Strangelove çıkıyor. Bu karakterin, önceleri Nazi Almanyasında roketlerin gelişimi için çalışan ve sonradan Amerika’ya yerleşen Wernher von Braun’dan esinlendiği düşünülüyor. Fakat bununla ilgili John von Neumann ve Henry Kissinger benzetmeleri de var. Diğer dikkat çekici noktalar ise ‘Kıyamet makinesi’ ve Dr. Strangelove’ın bundan sonrasına ilişkin senaryoları, nükleer bombaların isimleri (‘Hi There’ ve ‘Hello World’), bombayı atan pilotların tarif edilemez donuk zekâları ve kaçınılmaz son. Bir başka ilginç nokta da filmdeki üç ana karakteri de aynı kişinin yani Peter Sellers’ın canlandırıyor olması.

bomb

Belki de hiç eskimeyecek olan ve insan zekâsının gelişiminin teknolojinin ilerlemesinden daha yavaş kaldığında başımıza gelmesi kaçınılmaz gibi duran bir senaryonun kara mizahı. Mutlaka izlenmesi gereken 1964 yılından bir siyah-beyaz klasik.

Kategorisiz içinde yayınlandı | 1 Yorum